3 Haziran 2008 Salı

Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri bakanı...

Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın, Türkiye’de Müslümanların üzerinde baskı olduğu yolundaki açıklaması büyük gürültü kopardı.

Daha sonra Başbakan Erdoğan’ın da bu görüşü destekler yönde açıklaması, konunun spontane, üzerinde fazla düşünmeden edilmiş bir laf olmadığını, AKP’yi yönetenlerin bu konuda kafalarının net olduğunu anlıyoruz.

Tabii ki onların karşısındaki görüşleri savunanlar da hemen saldırıya geçtiler ve Türkiye’nin dini yaşamak açısından en özgür ülkelerden olduğunu söyleyenlerden tutun da, ‘baskı var’ diyenlerin aslında şeriat istemekte olduklarını söyleyenler de oldu.

Tartışma sertleşti ve daha da sertleşecek gibi de gözüküyor. Çünkü konu çok hassas. Kelimelerin dikkatle seçilerek kullanılması gerektiği bir konu üzerindeyiz şimdi.

‘Baskı’ kelimesi hayli kuvvetli bir kavram olabilir fakat en azından hayatlarında dine önemli bir yer ayırmak isteyen insanların Türkiye’de baskı hissetmek olmasa bile kendilerini bazı açılardan rahatsız hissettikleri ortada.

Bunun nedenlerini düşünmek zorundayız. Özgürlükçü, demokratik bir ülke isteyenler ve liberal düşünceye inananlar konuyu en fazla düşünenler olmalı. Hayatlarında dine önemli bir yer ayırmayanlar daha da çok düşünüp konuyu tartışmalı. Çünkü o tür sorunlar sadece sorunların direkt muhatabı tarafından çözüme uğratılamaz. Konuyla yakından uzaktan ilgisi yokmuş gibi gözükenler de konuyla ilgili fikirlerini formüle edip tartışmaya katılmalılar.

Kendisini liberal-sol görüşlere yakın hisseden bir insanın “Türkiye’de dine hayatında önemli bir yer vermeye çalışan insanlar açısından hiçbir sorun yoktur” demesi zordur.

Tabii ki kimseye camiye gitme, oruç tutma filan denmiyor ama bunları sayıp da ‘görüyor musunuz, hiçbir sorun yoktur’ demek de bir anlam taşımıyor.

Konuşmadan önce herkes iyice düşünmeli.

Bu ülkenin Başbakanı, Meclis’e başı örtülü bir milletvekili sokuldu diye kürsüye çıkıp ‘Çıkarın bu kadını buradan’ diye bas bas bağırmadı mı? Evet bağırdı ve kimse bu lafların memlekette başı bağlı olarak, sessizce yaşamakta olan kadınlar üzerinde ne tür etki yapacağını düşünmedi. Bizce o an, Türkiye’de sosyal demokrasinin gerçekten bittiği andı.

Bitme sürecinde ikinci an da Önder Sav’ın hacca gitmek isteyen yaşlı birine yaptığı olağanüstü duyarsız ve ayıp konuşmasıdır.

Sosyal demokratlar inanış meselesine tutarlı ve saygılı bir yaklaşım geliştiremezlerse var olamayacaklar. Aslında Deniz Baykal bunu iyi biliyor. Bir zamanlar ‘Anadolu solu’ kavramını bu yönde bir formülasyona varmak için ortaya atmıştı ama sonunu maalesef getiremedi.

Sonra yine yakın tarihimizi düşünelim. Bu ülkenin üniversitelerinin bazılarında başı örtülü olarak üniversiteye gelen kızların kıyafet değiştirmeleri için kapılara ‘İkna odası’ adında utanç verici bir yer yapılmadı mı?

Açıkça söyleyeyim; o konudaki fotoğrafları gördüğümde benim aklıma Gestapo uygulamaları gelmişti.

Ne yani, tercih özgürlüğümüz nedeniyle kendi hayatımızda dini kurallara uyuma yer vermiyoruz diye bütün bunları da görmezden mi geleceğiz? En azından ben böyle bir ahlaksızlığı yapamam. Kimse de yaptıramaz bunu bana. Gerçek neyse ondan korkmam ve görüp yazarım. Çünkü bakmayı bilirim.

Bütün bunların ışığı altında bence Ali Babacan yanlış anlaşıldı. O da bulunduğu ortamın gaza getirmesinden olacak, ‘baskı’ gibi güçlü bir ifadeyle benim anlatmaya çalıştığım konuyu gündeme getirmeye çalışıyordu.

Başbakan da kendisine destek veren açıklamaları o nedenle yaptı.

Dolayısıyla hemen kızıp saldırıya geçmek yerine, bu açıklamaları kendimize çeki düzen vermek için bir vesile olarak kabul etsek iyi olur diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok: